Mavi kafalı yaratık hareketsiz yatıyordu. Nemli burnuyla dürttü. Kıpırdamadı. Kokladı. Toprak ve kan kokuyordu. Anlam veremedi. Her zaman oynadıkları oyunu oynamışlardı. Neden arkadan sarılıp güreşmeye başladığında kaçmaya çalışmıştı? Neden üstüne çıktığında bedeni iki büklüm kalıp bir dal parçası gibi çatırdamıştı? Oyun ile gerçeği ayırt edebilirdi. Mavi yaratığı seviyordu. Dudakları genişleterek bakmanın onlar için dostluk olduğunu ondan öğrenmişti. Yanına oturup beklemeye başladı. Yaratığın gözleri açıldı. Mavilik kafasından ayrılmış, geriye sadece yaratık kalmıştı. Büyüyen gözbebeklerinden korkunun kokusunu alıyordu. İki adım geri çekildi. Uzaktan bir ses duydu. Yaratıkların sesi. Kafasını çevirdiğinde iki tanesinin ona doğru koştuğunu gördü. Ellerinde tuttukları uzun, parlak şeyi hemen tanıdı. Bu ölüm getirendi. İçgüdüleri bacaklarını hareket ettirdi. Kasları kasıldı, kulakları kafasına yapıştı. Ayakları, toprağın tozunu artık onunla oynamak istemeyen dostunun yüzüne yapıştırdı.
Koşarken arkasına baktı. Mavi kafalı da sürünerek uzaklaşıyordu. Bedeninin gittikçe küçüldüğünü gördü. Diğer yaratıkların bedenleri gittikçe büyüyordu. Yeşil ve sık bitkilerle dolu bir düzlükteydi. Burnuna tanıdık bir koku geldi. Yağlı ve yoğun bir bitki kokusu. Yapışkan yapraklar gözünü çiziyordu. Bitkilerle dolu yerden çıkıp bir düzlüğe geldi. Buradaki otlar birbirine kenetlenmişti. O iki ayaklıların böyle yaptığını biliyordu. Kardeşiyle, annesinden gizli uzaklara gittiği gün, bozkırın ötesine geçtiklerinde tam da şu andaki gibi kümelenmiş otlarla karşılaşmıştı. Onların içinden çıkan dumanın kokusunu hatırladı. Et ve odun kokuyordu. Düzlük alanı birkaç dakikada bitirdi ve önünde uzanan ormana yöneldi. Sesler azalmıştı. Dönüp arkasına bakmak istedi fakat bu hızda geriye dönüşün onu düşüreceğini biliyordu. Kulaklarının keskinliğine güvendi. Orman çok sıktı. Her an karşısına çıkan ağaçlardan kurtulacak kadar esnek değildi. O sonsuzluğa uzanan sarı düzlüklere alışkındı. Yazın sıcağından nasibini almış ve içinde tek bir damla nem barındırmayan kuru ağaç kabukları vücudunu çiziyordu. Nereye gideceği ile ilgili en ufak bir fikri yoktu. Etrafına bakıyor ve bir ipucu arıyordu. Ormanın yukarı doğru ilerlediğini fark etti. Hızını arttırdı. Kaslarının uzun süredir ilk defa yandığını hissetti. Hızlı ve atikti, fakat çabucak yorulurdu. Durmak istedi ve o anda bir patlama sesi duydu. Keskin bir ses kulağının yanından geçip ağaca çarptı. Aniden sıçradı. Bu sıçrama ile ses, annesiyle babasını hatırlattı. Bu gürültüden sonra bedenleri yere yıkılmış, mavi kafalı yaratıktan gelen kırmızı sıvının aynısı her yere yayılmıştı. İçgüdüleri bedenini büzdü ve karnı toprağa değdi.
Bir kayanın altındayken etrafında saklanacak bir yer aradı. Böceklerin rahatsız edici gürültüsünden başka bir ses yoktu. Birkaç adım ötede bir mağara girişini gördü. Birazcık daha tırmanırsa ulaşabilirdi. Vücudunu küçülterek ilerledi. Kendini küçülttükçe güven, algılarını yatıştırdı. Mağaranın önü sık ve iğneli bir çalıyla kaplanmıştı. Dikenlerin derisini çizmesine aldırmadan süründü. Sırtında ılık bir ıslaklık belirdi. Acısı azdı. Basit bir acıydı, bu yüzden önemsemedi. Çalılardan kafasını uzatınca mağaranın soğuk rutubetini hissetti. Susadığını fark etti. Mağaradan içeri girdi. Tavandan damlayan su tanecikleri burnunda binbir parçaya ayrıldıkça rahatladı. Hiçbir şey görmüyordu. Nemli ve serin havayı derin derin içine çekti. Nefesinin sesi mağara duvarlarına çarptıkça büyüyordu. Burnu sakinleşince duvarlar da nefes almayı bıraktı. Güneşin, mağarayı aydınlattığı son çizgiye kadar geldi. Üstüne su damlayan bir taşı yaladı. Bir damlacık su boğazından geçince rahatladı. Yürümeye devam etti. Kafasını mağaranın sert duvarına çarpana kadar yürüdü. Etrafında bir tur dönüp kendini yere bıraktı. Bir süre ışığın mağara ağzındaki hareketlerini izledi. Zifiri karanlığın içinde parlayan eğri büğrü daire ona yaratıkların onu bir yerden başka bir yere götürdüğü mağaraları anımsattı. O mağaralar ya sallanıyor ya da gürültülü bir sesin arkasında titriyordu. Burası ise sabitti. Nemli, serin ve hareketsizdi. Gözlerinin kapanmaya başladığını hissetti. Güvende olup olmadığını tekrar sorguladı. Güvende hissetmedi, güvensiz de hissetmedi. Tehlike o ışık kapısının arkasındaydı. Gözleri kapandı. Tavandan düşen damlalar ninnisi oldu.
Rüyasında mavi kafalı yaratığı gördü. Bugün karşılaşmaları değil, yıllar önce, sallanan mağaradan yaratıklar onu çıkardığında, kapattıkları yerden ona baktığı halini gördü. Gözleri parlayarak dudaklarını genişletiyordu. Bu hareketin ne olduğunu öğrenmişti. Dostluk demekti ve dostluk acının bitişiydi. Her zamanki gibi arkasını dönmüştü. Mesajı anladı. Sinsice arkasına yaklaştı ve sırtına atladı. Güreşmeye başladılar. Kazanmasına izin verdi. Her zamanki gibi.
Gözleri bir anda açıldı. Kulakları doğruldu. Mağaranın dışından gelen sese yöneldi.
“Zeus! Zeus!”
Koşarak mağaradan çıktı. Bu kelimeyi duyunca söyleyene doğru gitmesi gerektiğini biliyordu. Sesten sonra yemek gelirdi. Gözünün önüne tavuklar geldi. Tavuğu ilk yaratıklarla tanımıştı. İlk başta sevmemişti fakat şimdi asla hayır demezdi. Yine de canlıyken yiyemezdi. Yerse acı da peşinden gelirdi. Çalıların arasından çıkıp bekledi. Kulağına yaratıkların sesi geliyordu. Aynı kelimeyi tekrarlayıp duruyorlardı.
“Zeus!”
Sesin geldiği yöne koştu. İnsanları gördü. Ellerinde annesiyle babasını öldüren o parlak şey vardı. Bu tehlikeydi. Tehlike ise ölüm getirendi. Yaratıklardan biri parlak şeyi ileri geri hareket ettirdi. Yaratıklardan biri diğerine döndü ve bir şeyler söyledi. Yaratıklardan biri parlak şeyi indirdi. Eğildi ve ellerini dizlerinin üstüne koydu. Dizleri titriyordu. Aynı kelimeyi tekrarlıyordu ve dudaklarını mavi kafalı yaratık gibi genişletiyordu. Tehlike var mıydı yok muydu? Dudakların genişlemesi dostluk demekti. Parlak şey ölüm demekti. Kafası karıştı. Geri dönmek istedi. Tehlike her zaman daha önemliydi. Mağaraya doğru yürümeye başladı. Arkasında parlak şeyli yaratıklar belirdi. Korktu. Dört bir yanında belirmişlerdi. O anda vücudunda bir dalgalanma hissetti ve yere yığıldı. Acı yoktu. Kafasını çevirip baktığında bacağının kıpkırmızı olduğunu gördü. İçgüdüleri onun titreyerek doğrulmasını sağladı.
Pençelerindeki tırnaklar uzun zaman sonra ilk defa açıldı. Saldırmayacaktı. Küçükken öğrendiği bir korkutma taktiğiydi. Yaratığa saldırmanın sonuçlarının ne olduğunu çok küçükken öğrenmişti. Kükredi. Koştukça yaratıklar kaçışmaya başladı. Aralarında açılan boşluktan yararlanıp koştu. Arkasından bir patlama sesini daha duydu.
Göğsünde şiddetli bir ağrı hissetti. Her nefes alışında parçalanmış kemikleri ciğerlerine saplanıyordu. Acıyla inledi. Neden göğsünden o kırmızı sıvı fışkırıyordu? O hayat demekti. O vücuttayken hayat, dışarıdayken ölüm kokardı. Topallayarak son adımlarını attı ve yere yığıldı. Arkasından gelen seslere baktığında bir yaratığın dudaklarını genişleterek kendisine koştuğunu gördü. Demek ki tehlike yoktu. Kendini güvende hissetti. Kafasını kaldırıp yaratığa baktı. Uzun, parlak şeyin ucundaki deliği ilk defa gördü. O delikten bir alev çıktı. Tüm kasları bir anda kasıldı. Taşlaşmış bedeni yere yığıldı.
Aslan Zeus’un son gördüğü şey, ona gülümseyen katili oldu.